ATATÜRK  KÖŞESİ

Hayatı
İlkeleri

Devrimleri

Kronoloji

Vecizeleri
Linkler

İstiklal Marşı
10.Yıl Marşı
Gençliğe Hitabesi
Basında Atatürk
Fotoğraf Albümü

Anılarla Atatürk

                                    *** Egitim Portali Sayfasına Hoş Geldiniz...   Giriş or Kayıt Ol. ***        
Egitim Portali
  Giriş or Kayıt Ol
Ana Sayfa         Yönetim          Forum         Sohbet Odası            İletişim

SİTE İÇİ ARAMA


Günün Şiiri
MODÜLLER

* Atatürk'ün Hayatı

* Web Yöneticisi

* İletişim

* E-Devlet

* Gazeteler

* Sevgili Peygamberimiz

* Şifalı Bitkiler

* Rüya Tabirleri

* Burçlar

* Forum

* Nutuk

* Tr.Tanıtım

* Çocuk Oyunları

* Komik Resimler

* Gif Arşivi

TENEFFÜS

  Mizah Köşesi

  Oyunlar

  Sohbet Odası

  Eğlenceler

WEBMASTER
   B E N - K İ M İ M ...?
ÇEŞİTLİ LİNKLER

* T.C. Kimlik Numarası

* Türkiye Tanıtım

* Tarihta Bugün

* Eğitim Siteleri

* Çesitli Linkler

* Şehirlerarası Tlf Kodu

* Uluslararası Tlf Kodu

* Hava Durumu

* Trafik Yol Haritası

* Motorlu Taşıtlar Vergisi

* Emeklilik Sorgulama

İLLERİMİZ

İllerimizi Tanıyalım

?

DÖKÜMANLAR

Kanunlar

Yönetmelikler

Tebliğler Dergileri

Resmi Gazete

NAMAZ VAKTİ
MB DÖVİZ KURLARI

UNUTULMAZ YILLARIM

NİKAHIN KERAMETİ VE ÖĞRETMENLİK SINAVIM

Bir gün yine, derin düşüncelere dalmıştım. Öğretmenlik görevine başladığım ilk yıllardaki yaşadığım, o acı – tatlı hatıralar bir film şeridi gibi gözümün önünden hızla akmaya başlamıştı. Üniversite, Öğretmenlik Sınavı, ilk görev yerim, düğünüm, ilk çocuğumun dünyaya merhaba değişi ve diğerleri…

Yıllardır beklediğim önemli hedeflerimden birisi daha gerçekleşmek üzereydi. Edirne Eğitim Yüksek Okulu, Sınıf Öğretmenliği bölümünü 1989’da bitirdikten sonra, İstanbul’da Öğretmenlik Yeterlilik Sınavı’na girmiştim. Ama, bu sınavda kontenjana girememiş ve öğretmenlik hakkını kazanamamıştım. Öğretmen olma hayallerimi bir başka bahara bırakıp; yeni sınav tarihine kadar, bir süre Kırıkkale’de, bir derginin temsilciliğini yapmaya başlamıştım.

Gün oldu, devran döndü; memleketim olan Kırşehir’in Kaman İlçesi’nde, kaderin hoş bir cilvesi olarak Gülsüm Hanım karşıma çıkıverdi. 1990 yılının Temmuz başlarında söz kestik, kısa bir süre sonra nişanlandık. Bu ara ben de, Kırıkkale’deki görevimden ayrılıp, 14 Ekim’de yapılacak olan Öğretmenlik Yeterlilik Sınavı’na hazırlanmaya başladım.

Evlilik yolunda attığım bu ciddi adımın verdiği huzur ve nişanlımın verdiği manevi destekle; sınavlara artık, daha bir iyi hazırlanır olmuştum.

Nihayet sınav günü gelip çatmıştı. Başkentimiz Ankara’da girdiğim sınav çok iyi geçmişti. Kendimden emindim, ümitle beklemeye başlamıştım. Bu arada düğün hazırlıkları hızlanmıştı.
Dünya evine girdiğimizde tarihler, Cumhuriyet Bayramı’nın bir gün öncesini gösteriyordu, yani 28 Ekim’i… Hayatımın dönüm noktası olan tarihi anlarımdan birini, belki de en mutlu günlerimi yaşarken; bir mutlu haberi daha, heyecanla bekliyordum. Yani, Öğretmenlik Sınavı sonuçlarını…

Büyük merakla beklediğim haber gecikmedi. Çok şükür, sınavı kazanmıştım. Artık ben de bir ÖĞRETMEN olabilecek ve minik yavruları okutabilecektim. Ulu önderimiz ATATÜRK’ün bahsettiği gibi ‘yeni nesiller bizim eserimiz’ olacaktı. Türkiye Cumhuriyeti aklı hür, fikri hür, vicdanı hür; bilimsel düşünen ve çalışkan vatandaşlara sahip olabilecekti. “Nikahta keramet vardır.” sözü gerçek olmuş ve artık ben de, eğitim ordusunun saflarında yer almaya hak kazanmış bir nefer olmuştum. Şimdi atama yerimi bekliyor ve bir an önce oraya gitmek için sabırsızlanıyordum. Hatta, rüyalarımda bile yeni görev yerime yolculuklar yapıyordum. Bir keresinde, Doğu Anadolu’ya doğru otobüs yolculuğu yaptığımı görmüştüm. Belki de bu rüya, ilk görev yerim olan Erzurum’a gideceğimi işaret ediyordu…



İLK GÖREV YERİM KARATAŞLAR

Nihayet görev yerleri açıklanmıştı. Bahtıma, Erzurum çıkmıştı. Hemen tek başıma Erzurum’a yola çıktım. Bu bölgeye, hayatımda ilk kez gidiyordum. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Dadaşlar Diyarı Erzurum’a ulaştım. Şehir merkezi çok güzeldi. İlk izlenimlerim olumluydu.
Yaklaşık bir hafta sonra, tayin kararnamemiz hazırlanmıştı. Vakit geçirmeden, kararnamemi almak üzere İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Türk Malları Haftası’nın başlangıç günü olan 12 Aralık’ta, merkezde bulunan 50. Yıl İlkokulu’nda depo tayini olarak göreve başladım. Aynı gün, asıl görev yerim olan Pasinler İlçesi Karataşlar Köyü’ne müdür yetkili öğretmen olarak verildiğimi öğrendim. Pasinler İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü çalışanlarının “Hayırlı olsun!”temennileriyle; 13 Aralık 1990 günü göreve başlayıp, akşam üzeri köyün minibüsüne binerek soluğu köyde aldım.
İlçeye uzaklığı 43 km olan Karataşlar Köyü’ne vardığımızda hava kararmış ve zifiri bir karanlık çökmüştü. Uzun ve yorucu yolculuğa rağmen, ilk görev yerimin hangi özelliklere sahip olduğunu merak ediyor ve çevreyi incelemek için sabırsızlanıyordum. Hava karanlık olduğu için bu hevesimi gidermek sabaha kalmıştı. Ama, ilk intibalarıma göre yerleşim yerlerine uzak ve yüksek rakıma sahip bir köye geldiğim belliydi. Doğrusu biraz ürpermiş ve zor şartların bizleri beklediğini anlamıştım. Bu arada, minibüste ve köye ulaştığımızda köy halkının bana karşı ilgisi ve hürmeti çok dikkat çekiciydi. Bu sıcak ilgi beni biraz olsun rahatlatmıştı. Ama, uzun ve zahmetli yolculuğun tesiri ile biraz bitkin düşmüştüm. Geceyi, Muhtar Kutbeddin Güven’in evinde geçirmiştim. İçerisi ana kucağı gibi sıcacıktı…

Sabah olmuş, ortalık aydınlanmış ve gündüz cazibeli güzelliklerini sergilemeye başlamıştı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra, soğuk havaya aldırmadan köyde dolaşmaya çıktım. Tek katlı, taş ve topraktan yapılmış evler; meraklı bakışlarıyla küçük çocuklar etrafımı sarıyor ve “Hoş geldiniz öğretmenim..” der gibiydi. Küçük bir köy olduğu için, kısa sürede ilk turumu attım ve yüksek bir tepede kartal yuvasını andıran ihtişamlı görüntüsü ile okul binasına ulaştım. Okul, iki dershaneli ve sağlam gözüküyordu. Lojman da okul ile bitişikti. Küçük yapılı 1 salon, 1 oda, banyo, wc ve mutfak vardı. Tepeye kurulan okulun düz bir oyun alanı yoktu. Ama, seyir tepesi hüviyeti ile manzara severlere hizmet verir gibiydi. Okulun kuzey doğu cephesinde, köyün içinde bulunan 25-30 metre yüksekliğinde ve 15-20 metre enindeki “BALLIKAYA” adı ile anılan ilginç ve görkemli kaya parçası; köyün doğu tarafından giriş yapanları adeta selamlıyor gibiydi. Heybeti ve çehresiyle dikkat çekici ve son derece de alımlıydı. Çocuklar bir nöbetçi asker gibi, bu kaya üzerine çıkıp köy arabasının yolunu gözlerdi. Köyün mevcut iki yolundan diğeri olan batı girişinde çok az miktarda Faik Kurt’a ait yeşillik ve ağaçlık göze çarpıyordu. Maalesef, köy ağaç yönünden Hint fakiri gibiydi. Köydeki evler küçük ve birbirlerine çok yakındı. Yerleşim alanı çok dar ve sokak yolları eğri büğrüydü. Yağışlı havalarda yollar çamur deryasına dönüyordu.
40 haneli ve eski ismi TAVUS olan bu köyde, yaklaşık 300 kişi yaşamaktaydı. Köyün ekonomik durumu çok iyi değildi. Genelde insanlar geçimlerini, küçükbaş hayvancılık ve kısıtlı imkanlarda tarım yaparak sağlamaya çalışıyordu. Erzurum’da çalışan mevsimlik işçiler de vardı. Son zamanlarda, bir peynir mandrası kurulmuş ve az miktarda da arıcılık yapılmaya başlanmıştı.

Köyün, kuzeyinde Akçam (Hozavaz) Köyü, kuzeydoğusunda Güzelhisar (Avnik) Köyü ve kuzeybatısında da Soğuksu (Haznikar) Köyü yer alıyordu. Köyün hemen kuzeyinde eski tarihlerden kalma mağaralar vardı. Köye yakın mağaralardan birisinin eskiden Kilise olarak kullanıldığı söyleniyordu. Mağara duvarlarındaki resim ve işaretler de bunu teyit ediyordu. 4 km uzaklıktaki Avnik Kalesi’nin muhteşem görüntüsü ve dilden dile dolaşan hazinelerle süslenmiş efsaneleri insanı cezp ederken; köyün alt tarafından geçen Aras Nehri’nin bir kolunun bazen azgın, bazen de baygın akışı görenleri mest ediyordu.

Okulun öğrenci mevcudu 45 civarındaydı. Asil kadrolu öğretmen olmadığı için, sene başında muhtarın lise mezunu olan oğlu Şanver, kısa bir süre ders vermiş. Sonra da 2 aya yakın bir süre okul yine öğretmensiz kalmış. Eğitimden yoksun biçare öğrenciler, yeni öğretmenlerinin yolunu gözler olmuş…
Bu şartlar altında ilk derse girdiğimde; çok ilginç ve inanılmaz derecede hoş olan değişik duygular içinde hissettim kendimi. Tarifi mümkün olmayan büyük bir mutluluk yaşadım o an. Normal bir kişilikten çıkıp, “Kutsal Meslek” olan öğretmenlik kimliğine geçişin hazzıydı bu. Sonunda, öğretmen olma coşkusunu iliklerime kadar hissettim. Aman Ya Rabbi, ne yüce mutluluktu bu! Ne güzel şeymiş, ÖĞRETMEN OLMAK!… Ne güzel duyguymuş kutsala terfi etmek! O unutulmaz anı, hala bugün yaşanmış gibi hatırlıyor ve kendimden geçer gibi oluyorum sanki. Bu anlatılamaz, ancak yaşanır...

Aralık ayı ortasında göreve başlayabildiğim için, dönem sonuna 1 ay kalmıştı. Benden 1 hafta önce de, Zafer Karataş isminde bir vekil öğretmen göreve başlamış ve küçük müdür odasına yerleşmişti. Ali cenaplık edip lojmanı bana bırakmıştı. Kısa zamanda kaynaşıp, iyi bir ahbap olmuştuk. Ah Zafer’im, ah!.. Keşke, bu ahbaplığımız hala devam edebilseydi. Ancak, ne mümkün... Öteki aleme kaldı muhabbet, kavuşmak…
Köyde birkaç gün kaldıktan sonra, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim ve ev eşyalarım ile eşimi getirmek için 3-4 günlük bir mazeret izni aldım. Bize, yol gözükmüştü yine...



AZAP YOLU

Memlekete sağ salim ulaşmış ve aile efradımla hasret gidermiştim. İşimizi görecek ve yetecek kadar acil eşyalarımızı almaya gayret edip; yükümüzü, şu an rahmetli olan kayınpederimin büyük desteği ile hazırlamıştık. Nur içinde yatsın, babacan tavırları ile yetim olduğumu unutturuyor ve bu açığımı kapatıyordu. Eşyaları birlikte balya yaptıktan sonra küçük bir kamyonet kiralamıştım. Hemen eşyaları yükledik. Vedalaşma vakti gelince; şoför Yılmaz Ağabey, hava şartlarının olumsuz olması sebebiyle erkenden yola çıkmamızı tavsiye etti. Annem, kardeşlerim, kayınpederim, kayın validem, baldızlar, bacanaklar derken herkesle vedalaştık. Yola çıkarken, her biri adet gereği arkamızdan sürahi ve kovalarla su döküyor ve bir şeyler söylüyordu:

- Yolunuz açık olsun!

- Aman, yolda üşütmeyin!

- Allah, teröristlerin şerrinden korusun!

- Telefon açmayı, mektup yazmayı unutmayın!

- Allah’a emanet olun!..

Bu hayır dualar eşliğinde uzun ve yorucu yolculuğumuza başlamıştık. Kırşehir, Kayseri derken kentler, köyler hepsi bir bir arkamızda kalıyor ve yollar yavaş yavaş tükeniyordu. Böylece beni bekleyen mahzun çocuklarıma bir adım daha yaklaşıyor ve onları okutmak, eğitmek, hayat dersi vermek, başını okşayıp sevgi tomurcuklarını saçmak için can atıyordum. Sivas’ı geçtikten sonra hava iyice soğumuş ve kış mevsiminin ağır şartları kendini daha etkili göstermeye başlamıştı. Rüzgar bazen fırtınaya dönüşüp, şarkısını söylerken; kar taneleri de arada bir lapa lapa yağıyor ve nazlı bir gelin edasıyla raks ediyor gibiydi. Sivaslı Ozan Aşık Veysel’in dediği gibi gerçekten de; ‘Uzun ince bir yoldaydık, gidiyorduk gündüz gece…’ Bu mısraları uygulamalı yaşarken, epeyce yol almıştık. Meşhur Kızıldağ’ı beklenenden rahat geçmiştik. Fakat; Sakaltutan bizi bekliyordu. Başımıza neler gelebileceğini bilemezdik ki!..

Bir Sakaltutan ki, sakalı bile dondurur! Erzincan-Erzurum arasında bulunan “Sakaltutan Geçidi”ne ulaşmıştık. Buz gibi bir hava atmosferi, bizi iliklerimize kadar dondurmuştu. Soğuk ortalığı kasıp kavuruyordu. Aralık ayındaydık; fakat atmosfer, meşhur Şubat soğuğunu andırıyordu adeta. Yol aldıkça, bu gizemli geçit; ürkütücü yolları, dik dağları ve kendine özgü çehresiyle heybetini haykırıyor ve aynı zamanda da eşsiz manzarası ile bizleri büyülüyordu. Her yer bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Zor şartlarda biraz yol aldıktan sonra, konaklayabileceğimiz müsait bir yer bulmaya çalıştık. Ne mümkün, yol boyu uygun bir yer bulamamıştık. Şoförümüz uzun yol sebebiyle yıpranmış ve uykusuz kalmıştı. Uygun bir yol kenarında, mola vermeye karar verdik. Bu arada şoför acı bir haber verdi bize:

- Kusura bakmayın, maalesef kaloriferler arızalı. Battaniyeyle idare edin!

Bir anda şok olmuş ve eşimle birbirimize şaşkın bir şekilde bakakalmıştık. 2-3 saat yarı uykulu istirahat ettikten sonra yeniden yola çıkmıştık. Soğuktan neredeyse donacak hale gelmiştik. Dizlerimin daha önce hiç bu kadar üşüdüğünü ve sızladığını hatırlamıyordum. Buz adam olmaya az kalmıştı. Şoför Yılmaz Ağabey, ikinci bir acı haber verdi:

- Zekayi Hocam, yakıtımız bitmek üzere. İnşallah yolda kalmayız!

Bu cümleleri işitince duble şok olmuştuk. Güvenlik problemleri, yol ve hava şartları sebebiyle yakıt ikmaline fırsat bulamamıştık. Kış şartları yüzünden de daha çok yakıt harcamak zorunda kalmıştık. Şimdi üç yolcu, kara kara düşünmeye başlamıştık. Ne yapacaktık bu dağ başında Acaba, benzin istasyonuna ulaşabilecek miydik Yoksa, öğretmenlik yapma hayalleriyle bu acımasız yolda seyrü sefer yaparken; yolumuzu gözleyen onlarca Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma varken azap yolunda can mı verecektikŞ Rahmetli babamın da otobüs şoförü olması vesilesiyle, bu mesleğin ne kadar yıpratıcı ve ne denli zor bir uğraş olduğunu bir kez daha idrak etmiştim. Ümitsiz bir ortamda bunları düşünürken, birden aklıma; Yüce Mevlana’nın takdiri, mahzun öğrencilerimin temiz kalpleri ve analarımızın duaları geldi. İçimin ferahladığını hissedip, endişe perdesini yırttım. Şimdi vakit, Yüce Yaratıcı Allah’a tevekkül vaktiydi. Üç kader arkadaşı birbirimize destek olup, dua etmeye başladık. Biz yapabileceğimizi yapmıştık. İşimiz Allah’a kalmıştı. Ağır hava şartları altında yol sanki uzadıkça uzuyor, yakıtımız da azaldıkça azalıyordu. Biraz daha yol aldıktan sonra, yakıtımız sonunda bitmişti. Ama, şansımız devam ediyordu. Çünkü, rampa bir yoldan aşağıya doğru iniyor ve alın yazımızı son ana kadar zorluyorduk. Görüş mesafesi çok kısa sayılırdı. Sonumuzun ne olacağını, artık tahmin edemiyorduk. Ümitlerimiz iyice tükenmek üzereyken, inanılmaz bir şey oldu. Rampa inişi bitmişti, düz yola ulaşmıştık. Aynı zamanda bir başka şeye daha ulaşmıştık. Bir benzin istasyonuna yani. Çok az ileride benzin istasyonunu görünce mutluluktan adeta uçtuk. Allah’a ne kadar şükretsek azdı. Rahmeti bol Rabbimiz, bizi esirgemiş ve acı bir sondan kurtarmıştı. Hiç bu kadar ucu ucuna, kılı kılına bir tevafuk yaşadığımı hatırlamıyordum. Sırlar dünyasından gizemli bir kapı açılmış gibiydi. Azrail’le büyük buluşmaya az kalmıştı. Ama, ömür sermayemiz dolmadığı için ucuz atlatmıştık bu cendereyi...
Neyse ki, güç bela biraz yol kat ettikten sonra yakıta kavuşmuştuk. Çölde kalan bir yolcunun susuzluğunu gidermesi gibi, aracımız da yakıta iyice doymuştu. Ayrıca, uygun bir mola yeri bulmuştuk. Sanki üçümüz de define bulmuş gibi sevinmiştik. Nihayet buzlarımızı eritebileceğimiz, içimizi ısıtacak bir çorbayı kaşıklayabileceğimiz ve sıcacık bir çayı yudumlayabileceğimiz hoş bir mekana ulaşmıştık. Rabbimize defalarca şükrettikten sonra içeri dalmıştık. İyi bir şekilde dinlenmiş ve kendimize gelmiştik. Tabi ki, bu zor şartları yaşayan sadece biz değildik. Kim bilir belki de, Doğu halkı bu zor ve amansız şartlarla asırlardır mücadele ediyor ve birçok zaman diliminde de yaşlısıyla, çocuğuyla, hastasıyla mağdur oluyordu. Bizden kat kat daha fazla cefalar çeken, hatta bunu yaşam biçimi olarak kabullenen bu kardeşlerimizi şimdi daha iyi anlıyordum.

Birden aklıma 1. Dünya Savaşı gelmişti. Hele, 1915 yılında Enver Paşa komutasındaki on binlerce Mehmetçiğin; aynı Aralık ayında bizler gibi sefere çıkarak Allah! Allah! Nidalarıyla Allahü Ekber Dağları’nda vatan uğruna şehit olduğu gerçeğini düşününce tüylerim diken diken olmuştu. Doğulusu, batılısı, kuzeylisi, güneylisi tüm vatan evladı bir hedef uğruna kenetlenmiş ve tek vücut olmuştu. Canını feda etmişti bağımsızlık ve hürriyet aşkıyla. Çünkü bu millet esir olamazdı ve olmadı da. Bu duygu yükü, beni bir kez daha şehitlerimize şükran ve sonsuz bir saygı duymaya yöneltti ve dudaklarımdan şu sözler süzülüverdi:

- İyi ki varsınız “ŞANI YÜCE ŞEHİTLERİMİZ”, yoksa şu an bizler yoktuk!.. Sizleri minnetle anıyor, şefaatınızı bekliyoruz.
Bu nostaljik hatırayı anmak bize ilaç gibi gelmişti. Moralimiz düzelmiş, zorlu bir tünelden çıkıp ferah kapısına ermek hepimizi rahatlatmıştı. Artık çoğu bitmiş, azı kalmıştı. Erzurum’a sağ salim girince sevincimiz iyice artmıştı. Yeni mekanımıza kavuşmaya çok az kalmıştı.

Nihayet köy yoluna girmiştik. Çatal yol ayrımına gelince, şoför hangi yolun daha iyi olduğunu sormuştu. Ben de, batı tarafındaki yolu tercih etmiştim. Hem zemini biraz daha düz ve hem de toprağı daha sertti. Bu yüzden yolun çamurlu bölümü azdı. Ama, çok dar ve tehlikeli bir noktası vardı. Heyelan sebebiyle, yolun bu bölümünde genişlik olabildiğince daralıyordu. Oraya geldiğimizde, sanki ecel terleri döker gibiydik. İyi ki şoförümüz ustaydı. Bu problemi de tereyağından kıl çeker gibi halletmişti. Köyün içine girdiğimizde, inanılmaz bir sevgi seli vardı. Tüm çocuklar ve bazı yetişkinler köyün girişindeydi. Meraklı bakışlarla bizleri süzüyorlardı. Köy halkı, teker teker “Hoş geldiniz!” diyor ve hal hatır soruyordu.

Lojmanın batısından yukarı doğru çıkan küçük ve fazla kullanılmayan bir yol vardı. Kar yağışı hızlanıyordu. Köylülerin bu yoldan çıkılamayacağını söylemesine rağmen, şoförümüz yolu gözüne kestirmişti. Şoför, 2-3 çıkış denemesinden sonra, ancak başarabilmişti ve yoğun bir alkış almıştı. Yardımsever köylüler, hemen büyük bir zevkle yükümüzü indirmeye başlamışlardı. Lojman biz gelmeden önce, muhtarın talimatıyla badana edilmişti. Birisi, hemen eşiklerde oluşan kar birikintisini seri hamlelerle temizlemiş; bir diğeri hemen su kovalarımızı alıp yaklaşık 80 metre kadar mesafedeki çeşmenin yolunu tutmuştu bile.

Şoför Yılmaz Ağabey, yol durumunu ve hava şartlarını iyi bildiği için; “Eğer biraz daha oyalanırsam, en az bir hafta misafiriniz olacağım galiba.” demiş ve hemen dönmek üzere bizimle vedalaşmıştı. Yılmaz Ağabey’e soğuk yolculukta bayağı ısınmıştık. Yılmaz Ağabey yolculuk esnasında, çocuğunun olmadığını ve tedavi gördüğünü söylemişti. Bizden dua beklediğini söyleyip, ani bir U dönüşü ile dönüş yolunu tuttu. Sonradan öğrendik ki; 3-4 sene sonra şoförün nur topu gibi biri kız, birisi erkek iki çocuğu olmuştu.

Bizi sağ olarak köyümüze ve öğrencilerimize kavuşturan fedakar şoförümüzü yolcu ettikten sonra; eşyalarımızı hemen indirip, sobayı kurduk ve bir güzel yaktık. Donmaya ramak kalmıştı. Sobanın sıcaklığı fazla olmasa da, en azından sesi içimizi ısıtmıştı. Akşam olmuş, karanlık çökmüş ve herkes evinin yolunu tutmuştu. Biz de, maceralı ve bir o kadar da yorucu yolculuğun ardından uygun bir yer hazırlayıp; istirahata çekilmiştik. Köyde neler yapmam gerektiği hayalleri, acil eylem planı tasarısı ve diğer rengarenk düşüncelerle uykuya dalıvermiştim.

Sabah olduğunda her yer bembeyaz olmuş, kar kalınlığı çok artmış ve yollar uzun süre açılmamak üzere kapanmıştı. Şoförümüz haklı çıkmıştı. Adam işin ehliydi doğrusu…



EĞİTİM-ÖĞRETİM HIZLANIYOR

Okul zili çalmış, öğrenciler toplanmıştı. Güzel bir İstiklal Marşı töreninden sonra; vekil öğretmen Zafer kardeşimle öğrencilere bazı açıklamalarda bulunmuş ve onları eğitim yuvalarımıza almıştık. Artık, bol bol ders yapacak ve okulun kapalı kaldığı günlerdeki açığı hızla telafi edecektik. Bu aşk ve şevkle eğitim yolculuğunda hızlandık, önemli mesafeler aldık. Öğrencilerimiz ve köy halkı ile kaynaştık. Ben 1-2-3. sınıfları okutuyordum. Zafer Bey de 4-5. sınıflara bakıyordu. Öğretmenlik tecrübemiz ve performansımız kısa sürede yükselişe geçmişti.
Aradan bir ay geçmiş ve meşhur Körfez Savaşı’nın bir gün öncesinde, yani tarihler 16 Ocak 1991’i gösterirken; Bayram ve İskender Bey adlarında iki müfettiş, son derste çıkagelmişti. Daha çok yeni olmamıza rağmen rehberlik bile yapmaya gerek duymadan teftişe geçmişlerdi. Malum, okulun ve öğrencilerin eksiği çoktu. Müfettişler gece muhtarda kalmış ve sabah erkenden de gitmişlerdi. O gün müthiş bir kar yağışı başlamış ve en az 10 gün yollar yine kapanmıştı. Yollar açıldığında yarı tatil olmuştu. Memleket hasreti ile bu arayı değerlendirip, Kırşehir’e gitmiştik. Dönüşte bir hafta rapor alıp tatili uzatmıştık. Ama, bu raporun bize pahalıya patlayacağını kim bilebilirdi ki.

Yeniden zor şartlar altında öğretime başlamıştık. Aradan bir hafta ancak geçmişti. Akşamüzeri hava son derece sisli, yerler buz pateni alanı gibiydi. Birkaç öğrenci çeşmeden su getirmek üzere eve gelmişti. Öğrencileri suya yolladım, ama bunlar çok küçük diye peşlerinden gitmeye karar verdim. Yolda ayağım kaydı biraz tökezledim. Çeşmeye yaklaşmıştım. Kar yağışı devam ediyordu. Rampa aşağı inerken yolun buz olduğunu fark edemedim ve öyle bir kötü düştüm ki, bir anda kendimi yerde buldum. Hemen sağ kolumun bileğinden kırıldığını fark etmiştim. İlk yardımı kırık –çıkıktan anlayan muhtar yapmıştı. Beni teselli etmek için kırık olmadığını söylüyordu. Ama ben müthiş bir acıyla kıvranıyordum. Kemiğin bilekten kopmasına çok az kalmıştı. Gece sabaha kadar uyuyamadım. Çok ızdırap çekiyordum. Sabah erkenden köy minibüsüyle yola çıktık. Hemen sevk alıp, Erzurum’a hastaneye gittik. Hemen alçıya alındı ve doktor, 30 günlük bir rapor yazmıştı. Daha önce aldığım bir haftalık sahte raporun acısı, dört katıyla gerçekten çok acı çıkmıştı…

Tüm olumsuzluklara rağmen kısa zamanda köye ısınmıştık. Eşim Gülsüm Hanım da başta köyün zor şartlarına pek adapte olamamıştı. Ama zamanla o da, sıcakkanlı oluşu sebebiyle yeni mekanımızı benimsemişti. Köyün Ağası Cemalettin Bey’in eşi olan Bedriye Ebe, bizim hanımın daimi ziyaretçisiydi. Kışı soğuk olan Erzurum’un bu açığını, misafirperver ve sıcak insanları fazlasıyla karşılıyordu. Yılın 7-8 ayı kış etkili oluyordu. TV kanallarından sadece TRT 1-2-3 vardı. Kahve olmadığı için, Cemalettin Bey’in köy odası her akşam kalabalık, neşeli ve muhabbet dolu idi. Uzun kış geceleri “Satranç Oyunu” için bulunmaz bir kaftandı. Evlerde su ve telefon şebekesi yoktu. Sadece muhtarda tek bir telefon vardı. Köyde küçük bir cami, minik bir bakkal dükkanı vardı. İmam Abdülvahab Hoca ile bakkal Şakir Ağabey çok iyi insanlardı. Doğu’nun mert, doğru, dürüst ve hürmetkar insan profilini, kültür yapısını; en güzel şekilde temsil ediyorlardı. Köy imamı Cuma vaazlarını, kendi ana dillerine göre ve bazen de Arapça olarak veriyordu. Benim camiye girdiğimi görünce, bana hürmetten dolayı vaazına Türkçe olarak devam ediyordu.

Yollar açık olduğu zamanlarda, köy minibüsüne ekmek, gazete gibi özel siparişler veriyorduk. Allah’tan hanım becerikliydi, ekmek olmadığında maharetini gösteriyordu. Köylülerin de köy ekmeği ikramları unutulmazdı. Sık sık süt ve yoğurt getirenler de oluyordu. Bazılarının ücretini zorlayarak veriyorduk. Ama, çoğu kabul etmiyordu. Biz de altta kalmamak için çocuklara ufak tefek kırtasiye malzemesi, şeker, sakız ve çikolata gibi nesnelerle gönül almaya çalışıyorduk. Bir gün, hanımla birlikte asla unutamayacağımız bir hadiseye şahit olmuştuk.

Hanım, lojman bahçesinde aş verirken; yine limon yiyormuş. Çobanlık yapan iki tane 4-5 yaşındaki küçük çocuk ile bir öğrencimin; teneffüs saatindeyken; lojmanın yanındaki çöp kutusunda ve çevresinde etrafa saçılmış vaziyette duran birkaç meyve suyu kartonunu alıp, kalan damlalarını aynı bir keçi gibi yalayışına şahit olmuş. Çok etkilendiği için hemen bana haber vermişti. Bu manzara bizi şok etmiş, içimizi burkmuştu. Hanım hemen mutfağa koşup, onlara meyve suyu ikram etmişti. Göz pınarlarımız dolmuştu. Bu manzara, halimize bin şükür dedirtti doğrusu…

Haftalar, aylar birbirini kovalıyordu. 1991 yazında ilk çocuğumuz Fatmanur doğmuş ve evimize büyük bir neşe katmıştı. Gurbetteki yalnızlığımıza merhem sürmüştü. 1992 yazında ise bu sefer, Salih Zeki dünyaya gelmiş ve ablasını yalnız bırakmamıştı. Sevincimiz iki kat artmıştı. Kartal yuvasını andıran bu köyde daha nice hatıralar yaşamıştık. En yakın komşum olan Hacı Abdülbaki Kurt’un kızı Melike, yaklaşık iki yıldır okula gitmiyordu. Babası ile konuşmuş ve kızını okula yollamasına razı etmiştim. Buna benzer birkaç kız öğrenci daha aynı kaderi paylaşıyor ve yaşları büyüdüğü için okula gönderilmiyor ve eğitimden mahrum bırakılıyorlardı. Abdülbaki Kurt 65 yaşlarında ve çok iyi bir komşuydu. Yaşına rağmen çok dinçti, gençlere taş çıkartıyordu sanki. Bir gün, akşamüzeri şiddetli bir kar fırtınası olmuştu. Elektrikler çoğu zaman olduğu gibi yine kesilmişti. Birden, uzaktan gelen bir ses işitir gibi oldum. Evet, kapımız şiddetli bir şekilde çalınıyordu. Bir ses, ısrarlı bir şekilde bize sesleniyordu:

- Hoca! Aç kapıyı, ben komşun Abdülbaki!

Kapıyı açtım; kar fırtınasının kulakları sağır edercesine uğultulu sesi ile komşumun sesi birbirine karışıyor ve ne söylediği tam anlaşılmıyordu:

- Hoca suyun var mı? Ver kovanı, çeşmeden su getireyim.

- Seni Allah gönderdi, suyumuz da tükenmişti. Ama, bu şiddetli fırtına da nasıl su getireceksin

- Yazıktır size! Sen kovayı ver, gerisini merak etme hoca.
Bu konuşmadan 10 dakika sonra komşum suyu getirmiş ve kapı önüne bırakmıştı. Fedakar komşuma, eşim ile birlikte çok teşekkür ettik. İkimiz de, uzun süre bu olayın tesirinde kaldık. Bu havada deli olsa gezmezdi. Ama, Erzurum halkının civanmertliği, yabancıya hürmeti kendisini bir kez daha göstermişti.

Akçam Köyü’nün müdür yetkili öğretmeni Eyüp Hoca hemşerimizdi. Hafta sonları bazen tüfeğini yanına alır ve ziyaretimize gelirdi. Bazen de Cumartesi günleri ilçeye veya Erzurum’a gider alışveriş yapardık, gezerdik. İlçenin meşhur kaplıcalarında soluk alırdık. Eyüp Hoca, gerçekten bir hemşeri canlısıydı, mert bir kişiliğe sahipti.

Diğer çevre köyün öğretmenleri ile de aramız iyiydi. Hafta sonları imkƒÂanlar ölçüsünde karşılıklı ziyaretler yapar, geziler ve piknikler düzenlerdik. Hatta üç köy birleşip, futbol takımı bile kurmuş ve ilçede Kaymakamlık Kupası’na katılmıştık. Köyler arası dostluk maçlarımız da görülmeye değerdi. Her köyün takım kaptanlığını, o köyün öğretmeni yapardı. Maçtan sonra toplu halde yemek yer ve çay içerdik. Her sene Mayıs ayında, 3-4 köy birleşip geleneksel hale getirdiğimiz yıl sonu pikniği organize ederdik.

Bu arada, Zafer Bey vekil öğretmenliği bırakmış, Erzurum’da bir bankada memurluğa başlamıştı. Ara sıra ziyaretine gidiyordum. Ama, birkaç ay sonra acı bir haber aldık. Zafer Bey, Erzurum - Pasinler arasında elim bir trafik kazası geçirmişti. Bir hafta komada kaldıktan sonra genç yaşta; arkasında iki küçük çocuk, gözü yaşlı bir eş ve acılı bir aile bırakarak hayata veda etmişti. Bu durum, öğretmen olan babası Tahsin Bey’i çok sarsmıştı. Taziye için gittiğimde, bana sarılarak dakikalarca gözyaşı dökmüştü. Hepimiz çok üzülmüştük. Ama ne çare, kaderi böyle çizilmişti…

İkinci öğretmenlik yılımda, 2.dönemde; askerlik için Manisa-Batıkışla’ya gönderilmiştim. Manisa’da daha önce 2 yıl kalmış ve İktisat Fakültesi Maliye Bölümü’nde okumuştum. Sonra, öğretmenlik için Edirne Eğitim Y.0:’nu tercih etmiştim. 77 günlük Manisa acemilik döneminden sonra, eski görev yerim olan Karataşlar Köyü’ne “Öğretmen Asker” olarak verilmiştim. Buna çok sevinmiştim.

Ben yokken, köyde vekil öğretmenler görev yapmıştı. Fakat, öğrenciler bu boşlukta eğitim-öğretim kalitesi açısından epey mağdur olmuşlardı. Aksilikler ve sıkça değişen öğretmenler onları olumsuz etkilemişti. Birsen isminde bir hoca hanım, stajyer olarak göreve başlamıştı. Üçüncü öğretmenlik yılımda, vitesi büyüterek bu açığı hızla kapatmak üzere var gücümüzle çalışmaya başlamıştık. Aynı zamanda, Birsen Hanım’ın stajyerlik sınavına hazırlanmasında kendisine destek olmaya çalışıyordum. Müdür yetkili olarak sorumluluklarımız biraz daha artmıştı.

Köyde kaldığım sürece çok şükür hiçbir terör faaliyetine tanık olmamıştık. Uzak çevrelerden gelen bazı terör olayları, bizi ara sıra tedirgin de etmiyor değildi yani. Terörist faaliyetlerin ivme kazandığı bir zaman diliminde iken; köyümüze bir gece, silahsız olarak birkaç kişi gelmiş ve gözdağı vererek haraç toplayıp gitmiş. Biz bu olayı sonradan duyduğumuzda gerçekten ürpermiştik. Çünkü, dağ başında hiçbir savunmamız yoktu. Köyde, maalesef kanlı terör örgütü PKK’ya ilgi duyan sempatizanlar da vardı. Yeri geldikçe bu zavallıları, usulüne göre onları bataklıktan kurtarmaya çalışıyorduk. Ama bu çok zor bir işti. Nice gençler göz göre göre kandırılıyordu.

1993’te Köprüköy ilçe olmuş ve biz oraya bağlanmıştık. Çobandede Köprüsü ile meşhur olan bu minik ilçenin bir de, ünlü çamur kaplıcası vardı. İlçe Milli Eğitim Müdürü İskender Bey; biraz sert yapılı, ama iyi bir idareciydi. Bir seferinde, iki gün soğuk tatili yapılmıştı ve acil bir işimden dolayı il dışına çıkmam gerekmişti. Tatil olduğu halde izinsiz il dışına çıktığım gerekçesi ile ceza almıştım. Bu durumu acemilikten olsa gerek bilmiyordum. O zaman yeni öğrenmiştim. Müdür bey haklıydı. Biz de bu arada, köydeki eğitim-öğretim faaliyetlerine daha çok hız vermiş ve meyvelerini toplamaya başlamıştık. Okulun boya-badana işlerini hanım ile birlikte yapmıştık. Okulumuzun kapı ve pencerelerini yağlı boya ile adeta parlatmış ve macun çekmiştik. Öğrencilerimiz de bize destek oluyordu. Bilhassa, sınıf başkanı olan muhtarın oğlu Yücel, büyük bir zevkle bizlere destek çıkıyordu. Bir gün okula İskender Bey gelmiş zor şartlarda yapılanları görmüş ve takdir etmişti. O yörenin evladı olan Müdür Bey giderken de, “Bu şartlarda, bu köyde yaşanır mı?” demekten kendini alamamıştı. Birkaç ay sonra “Aylıkla Ödüllendirme” müjdesini almış ve çok mutlu olmuştum…



AYRILIK VAKTİ

Gün geldi, il içi bir tayinle ilk görev yerimden; Pasinler İlçesi’nin Çakırtaşlar (Yekabat) Köyü’ne nakil oldum. 71 öğrenci mevcutlu köyde tek öğretmendim. Birleştirilmiş sınıflarla bu öğrencilerimi bir yıl okuttum. Köy ilçeye 12 km mesafedeydi ve 100 metre yakınından demiryolu geçmekteydi. İki minibüsü vardı, asfalta da 2 km uzaklıktaydı. Yeni köyümün şartları ve ulaşımı çok iyiydi. Bu köyde de hemen halk ile içi içe olup kaynaşmıştık.

Terör olayları yakın köylerde de duyulmaya başlayınca tayin istemek zorunda kalmış ve istemeyerekte olsa Dadaş Diyarı Erzurum’u terk etmiştik. Tayinimiz Kırşehir’e çıkmıştı. Akçakent İlçesi’nin Ödemişli Köyü’nde 3 yıl tek çalıştım ve ilçem olan yeşil Kaman’ın Başköy Kasabası’na Müdür Vekili olarak atandım. Memleketteki 5 yıllık görevimin ardından; ikinci bir üniversiteyi bitirme hayallerinin tetiklemesi ile daha önce yüzüne çok aşina olduğum ve iyi bildiğim Şehzade Şehri Manisa’ya tayin istemiştim. Tayinim Manisa’ya çıkmış ve kaderin tatlı bir cilvesi olarak, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde de göreve başlamak nasip olmuştu. Depo tayinden bir ay sonra Yund Dağı’nın eteklerindeki bir köye verildim. Merkeze bağlı Karakılınçlı Köyü’nde geçen 8-9 aylık kısa bir görevden sonra, norm fazlası olarak tayin istemiş ve şu anda huzur içinde çalıştığım okulum Akşemseddin Pansiyonlu İlköğretim Okulu’na tayin olmuştum.

Nereden nereye gelmiştik. Daha hatırlanacak acı-tatlı birçok hatıra vardı. Okuma şampiyonu motor Talip’i, Matematik dahileri Savcı ve Ömer’i, testte atıp tutturma tahmincisi İshak’ı, Satranç uzmanı Fatmanur’u, Figen’i ve daha nicelerini unutmak mümkün mü? Bunlardan öğretmenlik hayatımızın peteğinden süzülen bir bal misali gibiydi. Sanki daha dün öğretmen olmuştum. İlk görev yerimi belki onlarca defa rüyamda görmüştüm. Çoğu zamanda yeniden buraya tayin olduğumu görüyor ve hasret gideriyordum.

“İYİ Kİ, ÖĞRETMEN OLMUŞUM!” diyerek; uzun boylu bir düşünce sarmaşığından, unutulmaz yıllarıma NOSTALJİK bir köprü kurmuştum…



Zekayi ŞAHİN

Akşemseddin PİO 3- B Sınıfı Öğretmeni

Kasım 2005 - MANİSA


Eklenme: 2006-08-04
_YAZIER Makaleler
Gönderen: Zekayi Şahin
Hit: 2968
[ Geri Dön | | Bu yazıyı arkadaşına gönder Sevdiklerinize gönderin | Yazdırılabilir sayfa Yazdırın ]


Yazilar ©

Sayfa Üretimi: 0.05 Saniye

| SoftBlue phpbb2 style by Sigma12 © | PHP-Nuke theme by www.nukemods.com Webtasarım Coşkun © |2006