Egitim Portali

SAVAŞ KILIÇ İLE SÖYLEŞİ

SAVAŞ KILIÇ İLE SÖYLEŞİ


TÜLAY ÇELLEK

Çevirileriniz üzerine konuşabilir miyizŞ

Çeviriyi bir okul olarak gördüm hep. İyi bir eğitim alma şansım olmadığı için herhalde. Pekala İngiliz edebiyatı vb. okuyabilecekken, hayatımın en kötü seçimini yaparak, bir Türk dili ve edebiyatı bölümüne girdim ve, birkaç istisna dışında, aslında öğretecek pek bir şeyi olmayan “hoca”lara esir düştüm. Bu dönemde Türkçe’de yetersiz olan edebiyat teorisi, dil felsefesi vb. literatürü önce İngilizce’de, daha sonraları Fransızca’da okumak, benim için çok ufuk açıcı oldu. Kendim için çeviriler yaparken, bir şekilde yayınevleriyle temas kurunca, epey bir süre çevirmenlik, editörlük ve redaktörlük yaptım. Halen de iki kitabın çevirisiyle uğraşıyorum.

Genelde zevk aldığım şeyleri çevirdim, ama birkaç tane kötü iş de oldu: hayatımı kazanmak için, pek istemeyeceğim metinleri Türkçe’ye aktarmakla uğraştım. Şimdi üniversitede çalışmak, bana yalnızca içeriğiyle uğraşmaktan haz duyacağım metinleri çevirme avantajını sağlıyor (tek avantajı da bu galiba!).

A. Huxley, S. Zizek, İ. C. Schick ve R. Williams’ın metinleri (benim gelişimime olduğu kadar) Türkiye’deki düşünce ortamına katkıda bulunabilecek kitaplar. Geleneksel olarak son derece kısır olan düşünce dünyamızın gelişmesinde, sorunsallarının değişmesinde, var olan soruların daha geniş bir perspektiften ele alınmasında, çevirinin çok önemli bir rol oynayabileceğini düşünüyorum.

Bilimin, gündelik olgulara şaşırmak, bambaşka bir gözle bakmak diye tanımlandığı olur. Çevirinin bize bu “başka göz”ü sağladığına, ezberimizi bozduğuna inanıyorum. 90’ların başından bu yana çeviri metinlerin yayın dünyasında tuttuğu yer arttı. Yayıncılar açısından ekonomik nedenlere dayansa da, okur açısından ülkemizdeki yetersiz düşünce ortamından kaçışın, daha kavrayıcı bakış açılarına duyulan ihtiyacın bir göstergesi olduğunu düşünüyorum bunun.

Yazılarınız buram buram araştırma kokuyor… Bu farklılığı anlatır mısınızŞ Sizdeki sentez ve buluşmalar…

Dediğiniz doğru, araştırmacı bir yazı üslubunu seviyorum. Öteki türlü, büyük bir düşünür değilseniz, daha önce söylenmiş olanları yineleme tehlikesiyle karşı karşıyasınız çünkü.

Bir de, araştırmacı yazıyla geç tanışmış bir toplumuz: üniversitede işi araştırmak olanların dahi aslında pek çalakalem yazdığını göz önünde tutarsak, bir ihtiyacın sonucu bu aynı zamanda. Yani eksik bırakılan araştırma alanlarına yönelme, bu alanlara ilgi uyandırma gereğini duyduğum için bu tür yazılar yazdım. İşe yaradılar mı, işte bunu hiç öğrenemeyeceğim galiba...

Aslını soracak olursanız, şimdiye kadar yazdıklarımı iki gruba ayırıyorum: 1- okuma (öğrenme) notları 2- programatik yazılar, yani belli bir alanda araştırmaların artması, uygulamaların değişmesi için yazmış olduğum yazılar.

Bu ikinci tür yazıları artık yazmak istemiyor, kendi ilgi alanlarıma dönmeyi arzu ediyorum. Ama Türkiye’deki kimi uygulamalar tahammül sınırlarını aştığı için, kendi alanım olarak görmediğim halde ve pek çok ek okuma yaparak, edebiyat eğitimi gibi konularda yazılar yazmak zorunda kalıyorum. Bu tür alanların iyi uzmanlarının daha geniş çevrelere ulaşacak biçimde yayın yapmaları, benim gibilerin hariçten gazel okumasını engeller. Onları “göreve” davet ediyorum!..

Bendeki sentez ve buluşmalara gelirsem, yakın zamanlara kadar kendimi belli bir alanla sınırlamamaya, pek çok konuda ilgimi canlı tutmaya çalıştım. Ama herhalde yaşım, ben istemesem de, ilerlediği için kendimi az çok sınırladığımı fark ediyorum.

Lise öğrencisiyken edebiyata tutkundum, okuduklarımdan aldığım zevk beni edebiyat eğitimi almaya yöneltti, ama dediğim gibi, bu eğitimi verenler pek bir şey öğretebilecek durumda değildiler (ve şimdi müsteşarlık yapıyorlar!). Her zaman için edebiyat kadar, teorisi, metin analiz yöntemleri, farklı anlama biçimleri de ilgimi çekti. Edebiyatla uğraşırken, dilin basit bir malzeme olmadığını, bambaşka bir dünya sunduğunu fark edince, dilbilim ve dil felsefesiyle ilgilenmeye, sonunda da bu konuda uzmanlaşmaya karar verdim.

Son zamanlarda bilim tarihi ve felsefesi de çok ilgimi çekiyor. Özellikle Fransız tarzı epistemolojinin benim için heyecan verici olduğunu belirtmem gerek: Foucault kadar, Bachelard, Canguilhem, KoyrƒÂ© ve hatta A. Comte’u okumaktan, üzerlerine düşünmekten büyük zevk alıyorum. Gelecekteki akademik çalışmalarımın çerçevesini önemli ölçüde bu büyük filozofların şekillendireceğini sanıyorum.

Son yazdıklarınız ve yazacaklarınızŞ...

Son zamanlarda edebiyat eğitimiyle ilgili birkaç yazı yazdım ve en son Varlık dergisinin Eylül sayısına bir dosya hazırladım. Bu sorunun pek çok başkasıyla tepkimeye girerek Türkiye kördüğümünün üstüne katran gibi yapıştığını düşünüyorum. Sorunu gündeme getirme çabamda yalnızım, bu da işimizi güçleştiriyor! Dosya olumlu ve olumsuz tepkiler aldı; Eğitim-Sen bir panele konuşmacı olarak davet etti. Ancak benden başka edebiyat eğitimi üstüne kafa yormuş kimsenin olmaması (anılarından başka anlatacak bir şeyleri olmayan birileri çağrılmış nedense) bir yana, öğretmenlerin bu konulardaki yeni fikirlere gösterdikleri direnç pek umut verici değildi. Yine de tartışmaya devam edeceğimizi umuyorum.

Bunun dışında, Siyahi’de “teori-kuram-nazariye” üstüne bir kazı denemesi yayınladım; dil ve kültür tarihi üstüne birtakım araştırmalara devam etmek, sonunda Türkçe’nin tarihsel bir kültür sözlüğünü hazırlamak istiyorum. Ama tek başıma kolay kolay başaramayacağım bir iş...

Yazacaklarımdan söz etmem gerekirse, en önemlisi, dört yıldır üzerinde çalışmakta olduğum doktora tezim: Saussure dilbiliminin epistemolojik arkaplanı. Daha birkaç yıl uğraşacağımı sanıyorum. Ayrıca, Türkiye’de dil bilimlerinin tarihi üstüne de bir araştırmayı sürdürüyorum. Bölümlerini çeşitli bilimsel toplantılarda sundum. Bu tarihsel epistemoloji çalışmasının da birkaç yıl daha alacağını söyleyebilirim.

Bir de G. Bachelard’ın dilimize yeni çevrilen Mumun Alevi adlı kitabına da bir giriş/önsöz yazıyorum; bu büyük filozofun düşüncesinin Türkiye’de tanınması çok önemli görünüyor bana.

Dil ve reklam üzerinde durabilir miyizŞ Alanım gereği tabelaları incelerim… Tabelalarda harf aralıkları dışında bozulmalar da olmuş. Bunları neye bağlıyorsunuz, eleştiri ve önerilerinizi alabilir miyizŞ

Reklam dili için bilinçaltına gönderme yapar, derler; genelde de reklam yazarları söyler bunu ve bence reklam dilinin reklamını yapmaktan başka bir şey değildir bu. Bilinçaltının bu kadar kolay erişilebilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Onların daha çok yaptığı, toplumsal baskıların, statü kaygısının cenderesindeki bireyleri daha fazla tüketmeye yöneltmek...

Reklamlarda gerçekleşmiş en büyük değişiklik sanırım, üsluplarında: dikkate değer bir şiirselleşme var, söz oyunları vb. Bu da Türkiye’de reklam yazarlığını daha çok şair eskilerinin, şiir heveslilerinin yapmasından, sanırım. Reklam dilinin şiirselleşmesinin bir nedeni de şiirin hayatımızdan el ayak çekmesi, daha doğrusu parçalanıp dağılması olabilir.

İçerik olarak reklamların en çok dikkatimi çeken yanı, bir kimlik kurma aracı halini almış olmaları. Bu yönleri birçok araştırmaya konu oldu. Ben de göstergebilim üzerine ilk okumaya başladığımda, Barthes’ın çözümlemelerine hayran kalarak, kimi benzer, ama pek çok bakımdan daha zayıf, bazı metin analizleri yapmış, Anlamın Gizi’ne bunları almıştım. Bugün çok daha iyileri üniversitelerde ve başka çevrelerde geliştiriliyor; kapitalizmin zihinlerimize hücumunu doğrudan anlamak için iyi birer araç bu tür araştırmalar... Okuru bu tür çalışmalara bir göz atmaya davet ediyorum.

Tabelalardaki yabancı sözcüklere vb. gelince, bunlar ağızlara sakız oldu; ben bir şey söylemeyeyim, sağda solda başka kaygısı olmayan çok fazla “yazar” var, onlar nasılsa bu konuya periyodik olarak dönüyorlar...

Türkçe için asıl önemli olan, bir düşünce dili haline gelmesi. Bunun için gerekli üretkenlik ve işlenmişlikten dilin uzak olduğunu düşünmüyorum. Dünyanın Türkçe’ye akan birikimi de eninde sonunda bu dilde zengin bir düşüncenin yeşermesine olanak sağlayacaktır.

Bir dili sevmek ne demektirŞ

Çok güzel bir soru bu. Benim birkaç yıl öncesine kadar Türkiye'de yaygın olanlara benzer düşüncelerim vardı. Ama son zamanlarda organizma metaforunun egemen olduğu 19. yy dilbilimi üstüne okurken, fikirlerim değişti.

Şimdi, dilin vücudumuzun bir parçası olduğunu hayal edelim bir an için, mesela elimiz gibi, hatta anlamlı sesleri çıkarmamızı sağlayan organ anlamındaki dilimiz gibi. Herhangi bir organımızı sevip sevmememiz çok önemli değildir; bir biçimde öyle var olagelmiştir; sevmediğimiz için bir estetik cerrahi geçirebiliriz, ama bu yeterince olgun olmadığımızı, kendimizle barışık olmadığımızı gösterir; çünkü organın işlevi değişmeyecek, yalnızca daha güzel görünecektir.

Ama dilimizin bir bahçe gibi olduğunu düşünelim; o bahçeyi sevip sevmememiz büyük bir önem taşır. Sevmediğimiz için ihmal ettiğimizde, bahçe oturulmayacak, seyredilmeyecek, içinde yaşanmayacak kadar çirkinleşebilir ve organdan farklı olarak bahçenin temel işlevi estetik olduğu için bu işlevi yerine getirmemesi, varlık nedenini ortadan kaldırabilir.

Diğer durumda bahçeyi sevmek, onu diyelim ki, İngilizlerin barok dönemden itibaren kurdukları gibi seyrine doyum olmaz, yaz kış patikalarını arşınlarken en derin insanlık sorunlarını düşünebileceğimiz bir ortam haline de getirebilir.

Ben dilin bir organdan çok, böyle kültürel bir kendilik olduğunu düşünüyor ve sevip sevmemek arasındaki farkın da yukarıdaki karşılaştırmaya benzediğine inanıyorum. Dilimizi sevmek, bize içinde daha iyi düşünebileceğimiz bir ortam ve okumaktan zevk duyacağımız metinler için münbit bir toprağa sahip olma olanağını verebilir; sevmemek ise, tersine, bu olanaklardan mahrum bırakabilir.

Ama burada sözünü ettiğim sevme duygusu, hiçbir biçimde milliyetçi tınılar içermiyor; dolayısıyla, kavim-merkezli ve yabancı düşmanı olmaktan çok uzak. Bir dilin, diğer dillerle makul ölçüde alışverişe girmesini de pekala zenginleşmesinin bir yolu olarak anlıyorum.

Zenginlik meselesine gelince, dilbilimin bu konudaki tutumu geride bıraktığımız yüzyılın başından sonuna büyük değişiklik gösterdi. İlk başlarda basit istatistik yaklaşımlar egemendi; ama anlambilim araştırmaları dillerin anlatım yollarının birbirinden çok farklı olduğunu ortaya çıkardıkça, asıl önemli olanın kodlayabilirlik (bir başka deyişle, dile getirebilirlik) olduğu kavranmaya başladı. Bir dilde x kadar sözcüğün olmasından ziyade, o sözcüklerin neleri ifade edebildiği önemli.

Türkiye'de 1930'lardan kalma yaklaşımlar hala egemen. Bu da ülkemizde dilbilim ve dil felsefesinin gelişmemesinden ileri geliyor, kuşkusuz. Dil konusunda hiçbir fikri olmayan bir sürü “dilci”, Türkolog (!), yazar ya da çevirmen her hafta o derginin, bu kitap ekinin, şu gazetenin bir köşesinde çeşitli konularda fetvalar veriyor, ahkam kesiyor. Genellikle de amatör bir yaklaşımın zihniyet dünyasını sergiliyorlar. Ben bu konuda bir kere bir yazı yazdım... daha fazla onlarla uğraşmayı yararlı bulmuyorum. Zamanla kulak asan kalmayacak...

Türkiye’de dil araştırmalarının daha önemli sorunları olduğuna inanıyorum: Yazılı yazısız onlarca dil konuşuluyor, ama bunların hiçbiri araştırmaya konu olmuyor. Bu da Türkiye kültürünün yekpare bir nesne olduğunun önvarsayılmasından. Yok olup gitmelerini bekleyemeyiz, Amerikalıların Kızılderililere yaptığı gibi, daha sonra ayıracağımız büyük fonlar son birkaç konuşucunun belleğindekileri yaşatmaya yetmeyecek. Dilleri çeşitlilikleri ve birbirleriyle girdikleri ilişkilerin zenginliği içinde araştırmanın acil biçimde gündeme getirilmesi gerek.

Eğitim sistemimiz üzerine görüşleriniz nedirŞ Özellikle eğitim yöntemleri üzerinde durabilir miyizŞ “Bireyin kendini gerçekleştirmesi” üzerine düşündükleriniz…

Eğitim sistemimizin tıpkı öğrencilerimize giydirdiğimiz önlükler, formalar, üniformalar gibi içimizdeki renkleri sildiğini düşünüyorum: farklılığı görmezden gelen, çeşitliliğe tahammülü olmayan, tektipleştirici bir eğitim bizimki. Hakikati önceden ve tek başına bildiğini kabul ettiğinden, herkese doğru yolu göstermek, sapmış olanları hizaya getirmek için beden eğitiminden din kültürüne, edebiyattan tarih ve coğrafyaya bütün derslerini propagandayla dolduran eğitimimiz, bireye kendi seçimlerini yapma, kendi olma, bir başka deyişle, kendini gerçekleştirme şansını tanımıyor. Özgürleştirici bir eğitim olmaktan alabildiğine uzak! Aslında itiraf etmek gerek: bizim eğitimimizin hiçbir zaman böyle hedefleri olmadı, tersine hep zihinlerimizi işgal edilecek yerler olarak gördü. Aksini iddia etse de tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, vatandaş değil, kul yetiştirmeyi amaçladı. Merkezden denetlenen müfredatı ve öğretmenleri de bunun için kullandı durdu.

Şimdi şimdi bu anlayıştan kurtulmaya çalışıyoruz: Yeni müfredatın pedagojik çerçevesi daha doğru; ama onu geleneksel içerikle doldurmamak için öğretmen eğitimiyle ilgilenmek zorundayız.

Biz sınıfı genellikle öğretmenin komutuyla hep bir ağızdan bir sözü bağıran topluluk olarak tasavvur ederiz: “neymişŞ...” sözü üzerine kah bir sloganı, kah bir formülü öğrenciler, adeta statta amigonun direktifiyle bağıran holiganlar gibi, haykırırlar. Artık sınıfları her kafadan ayrı bir sesin çıktığı, her öğrencinin görüşü sorulduğunda kendi fikrini geliştirebildiği ve ifade edebildiği bir ortam olarak tasarlamanın daha doğru olduğuna inanıyorum.

Yöntem sorununa gelince, benim örnek öğretmenimi Sokrates’in kimi diyaloglarında buluruz: Öğrencilerinin sorduğu sorulara cevap yerine, yeni sorularla karşılık verir; bekledikleri gibi onlara hakikati bahşetmektense, sorularının peşine düşmeye teşvik eder onları. Öğretmez, doğru yolu göstermez; öğrenmeye ve kendi yollarını keşfetmeye kışkırtır; bilim felsefesinin bir terimiyle, yeni araştırma programlarının ortaya çıkmasını sağlar.

Yöntemi de geleneksel eğitimin öğretmen monologu yerine, diyalogdur. Üstelik bu diyalojik yöntem, pozitivizmde olduğu gibi, bilgiyi kutsallaştırmaz: her an yanlışlanmaya ve değişmeye açık, çoğul kabul eder. Sürekli devrimlerle (epistemolojik kopuşlarla) sarsılan, yeniden kurulan bilimin doğasına daha uygun bir tasavvurdur bu. Putlaştırılmayan, zihinlerimize hükmetmeyen bir bilimin kurulmasına da katkıda bulunur böyle bir eğitim.

Eğitimci kadar, yönetici tavrı üzerine görüşlerinizi alabilir miyimŞ

Yöneticilere yakında ihtiyaç kalmayacak, kendilerine iş aramaya başlasalar iyi olur!

Dilbilgisi eğitimi üzerine neler söyleyeceksinizŞ Özellikle yöntemi üzerine. Okurken edebiyat dersleriyle aram çok iyiyken dilbilgisi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çok kişide bu sıkıntı var.

Öğrenciler zaten biliyor o dilbilgisini, terimleri ezberletmeye ne gerek var. Bazıları zannediyor ki, dilbilgisinin terminolojisini öğrenince çocuklarımız anadillerini daha iyi yazıp konuşacaklar... Anatomi bilince daha iyi yürümeyi öğrenmeye benzer bu. Dilbilgisi, dilin teşrih masasındaki görüntüsüdür, yalnızca uzmanlarının işine yarar.

Ona yıllardır ayırdığımız saatleri özgür okumaya vakfedelim. Çok geçmeden semeresini alacağız. LGS, OKS’de en çok yorum sorularında zorlanıyorsa öğrencilerimiz, gerçek anlamda edebi metinlerle karşılaşmadıkları içindir. Bir açın şu ders kitaplarını, allahaşkına, okumaya değer o kadar az şey var ki...

Son olarak bazı kısa kısa sorular sormak istiyorum. Nietzsche ve sizŞ..

Nietzche’ye karşı çoğul-değerli bir tavrım olduğunun farkındayım. Güçlüden söz ederken, benim için, tıpkı öncüsü Darwin gibi, burjuva siyaset felsefesinin bir temsilcisiyken, insanın doğayla ilişkisinden bahsettiği, ahlaki doğrunun doğaldan ibaret olduğunu söylediği yerlerde, insanın özgürleşmesini savunan uzun kafilenin bir parçasıdır.

Kafası karışıktı, onun için değerlendirmesi de karmaşık bir nitelik sunuyor.

“Zıtlık” konusunda söyleyeceklerinizŞ

Birlikten iyidir; teklik değil, çeşitlilik; yek-parelik değil, zıtlık; fikri beraberlik değil, çatışma lazım. Herkesin aynı fikirde olduğu bir dünyadan daha sıkıcı ne olabilirŞ!...

Kitap kapaklarınız ve siz: Bu konudaki tavrınızı öğrenebilir miyimŞ

Tek bir kitabım var, onun kapağı konusunda da söz söyleme ihtiyacı duymadım: tasarımcının özgür bırakılmasının yaratıcılığı bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.

Ütopyalarınızı anlatır mısınızŞ

En zor soru bu. Benim hayal ettiğim dünya, çeşitliliğin kutsandığı, rengƒÂarenk insanların dikey değil yatay düzlemde örgütlendiği, hayatın hiç bitmeyen bir şenlik olduğu, “tanrıların dans etmeyi” bildiği bir dünya... Ütopya dememiş miydiniz!Ş

Sözünüz kimlereŞ

Bu soru üstüne ben de çok düşündüm. Galiba herkese hitap etmek istedikçe, dinleyecek hiçbir kulak bulamıyor insan. Sözüm kimlereŞ Kendini yeniden kurmaya açık olanlara... Her kimse ve her neredeyseler...

Teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Tülay ÇELLEK
Yıldız Teknik Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Fakültesi Sanat Bölümü Öğretim Görevlisi
http://www.tulaycellek.com
28 – 09 – 2005 / İSTANBUL


Savaş KILIÇ
Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Bölümü Öğretim Görevlisi

ÇEVİRİLERİ

R. Williams, Anahtar Sözcükler: Kültür ve Toplum, İletişim Yayınları
(baskıda).
S. Zizek, Gülün Yücenin Sanatı: D. Lynch'in Kayıp Otobanı Üstüne. Om
Yayınları.
I. C. Schick, Batının Cinsel Kıyıları, Tarih Vakfı (G. Sarı ile
birlikte).
A. Huxley, Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret, İthaki Yayınları.
V. Pelevin, Mavi Fener, İş Bankası K. Y.

KİTABI

Anlamın Gizi Dilden İdeolojiye

Savaş Kılıç

İthaki Yayınları, 2003


Tülay ÇELLEK



Söyleşiler

TOPRAK



Egitim Portali
http://www.ogretmenimiz.com

Yazının adresi:
http://www.ogretmenimiz.com/modules.php?name=Yazilar&op=showcontent&id=29